Tom Verlaine'di O

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

28 Ocak 2023’te 78 yaşındayken hayata veda eden efsanevi gitarist ve şair Tom Verlaine anısına, kadim dostu Patti Smith’in kaleme aldığı ve New Yorker Magazine’de yayımlanan anma yazısını sizler için çevirdik: aloft the Omega! 

Paslı lavaboya damlayan suyun sesine uyandı. Ayın köhne ışığıyla yıkanan aşağı sokak sessizlikle yankılanıyordu. Orada öylece, güzelliğin dehşetiyle boğuşur ve uzanırken, gece bir Çin dükkanının vitrini gibi aydınlanmaktaydı. Uzaylıların ve meleklerin titrek hareketleriyle mıhlanmış yattığı yerde titriyordu. Bu sırada Marquee Moon’un sözleri ve melodileri damla damla, nota nota, sakin ama karanlık bir heyecanla ortaya çıkıyordu. İşte, Tom Verlaine’di O. Böyleydi onun için işler: keskin bir ıstıraptı…

Thomas Joseph Miller olarak dünyaya gelmiş, Wilmington-Delaware’de büyümüştü. Aile yuvasını terk ederken, ismini sıyırıp atmıştı. Küçük bir garajın kenarına fırlatılmış, babasının uzmanlık alanına giren kullanılmış klima yığınlarının arasında yerde büzüşmüş duran bir deri parçası. Hokey sopaları, bir bisiklet ve bizzat Tom’un arka tarafa yığdığı eski gazete yığınları içinde, eciş bücüş nesnelerin belirsiz hatlarıyla sarmalanmıştı; teneke kutuları dümdüz olana kadar ezmeyi sever, tanınmaz hale geldiklerinde spreyle altın rengine boyardı. Bu iki boyutlu heykellerden her biri, mest olmuş  müzik cümlelerini temsil ederdi. Lisede saksafon çaldı, John Coltrane ve Albert Ayler’a hayrandı. Hokey de oynardı; bir gün uçan bir disk ön dişlerini yerinden sökünce, saksafonu bir kenara atmak, kendini elektrikli gitara adamak zorunda kaldı. 

Doğup büyüdüğüm yerden yirmi sekiz dakika uzaklıkta yaşıyordu. Yoo-hoo ve Tastykakes peşinde, Wilmington-Güney Jersey sınırında bir Wawa’da beraber avarelik etmemiz işten değildi. İki kara koyun, aynı kırlıkta, ellerimizde Fransız sembolistlerinin aynı şiir kitabıyla karşılaşabilirdik – ama karşılaşmadık. 1973’e gelene kadar. St. Mark Kilisesi’nin karşı sırasındaki East Tenth Street’te bir gün beni durdurup, “Sen Smith’sin!” dedi. Uzun saçları vardı, anında uyuştuk, ikimiz de geleceği yankılıyor, artık kimsenin giymediği kıyafetler giyiyorduk. Uzun kollarının sarkışı dikkatimi çekmişti, aynı uzunlukta ve güzellikteki elleri de. Sonra herkes kendi yoluna gitti – ta ki 14 Nisan 1974 Paskalya akşamına kadar. O gün, Lenny Kane’le çok sık yapmadığımız bir şeyi yapıp taksiye binmiştik. Ziegfeld Tiyatrosu’nda “Ladies and Gentlemen: the Rolling Stones” temsilinin prömiyerini izledikten sonra doğrudan Bowery’e, Television diye yeni bir grubu görmeye gittik.

Kulübün adı CBGB’ydi. Bir bilardo masası, daracık bir bar ve alçak bir sahnenin bulunduğu mekânda insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Lenny ile ben anında atmosfere kapıldık. O gece orada gördüğümüz şey bize akrabaydı, geleceğimizdi – şiir ve rock'n roll'un mükemmel bir karışımıydı. Tom’un gitar çalarken izlerken fark etmiştim, eğer bir oğlan olsaydım, O olurdum.

Television’ı çaldıkları her yerde izlemeye gittim, çoğunlukla da o soluk mavi gözleri ve kuğu gibi boynuyla Tom’u görmek için. Kafasını önüne eğip Jazzmaster’ına her sarıldığında sigara dumanı gibi bulutlar çıkartmaya başlar, minik adamlarla dolu garip bir dargeçit açılır, bir karga sürüsü ve mavikuşların çığlıklarıyla mekân bükülürdü. O uzun parmaklarıyla gitarının boynuna boğarcasına sarıldığında, her şey dönüşüme uğrardı.  

Takip eden haftalarda iyice yakınlaştık. Şehrin sokaklarını tabanlarken, ucu açık masallar doğaçlardık – kendi “Binbir Gece Masalları”mız. Derken keşfettik ki ikimiz de Ermeni-Amerikalı besteci Alan Hovhannes’i seviyormuşuz, favori eserimiz de “Aziz Gregorius’un Rüyası” imiş. Kitap raflarımızı incelerken şaşkınlıkla gördük ki kitaplarımız bile neredeyse aynıydı - üstelik pek bilinmeyen yazarlara ait olanlar bile. Cossery’ler, Hedayat’lar, Tutuola’lar, Mrabet’ler. İkimiz de edebiyat bağımsız kaşifleriydik, ve işte gizli kaynaklarımızı paylaşmaya koyulmuştuk.

Şiire bayılırdı [Tom], kahve ve sigara eşliğinde mideye indirdiği bitter çikolata kaplı Entenmann donatlarına da. Bazen uzak rüya alemlerine dalmış gibi olur, sonra birden kahkahalarla ortalığı çınlatırdı. Meleğe ama birazcık da iblise benzerdi, dervişlerin inayetini bağrında barındıran bir çizgi film karakterine. Onu asıl o zamanlar tanıdım işte. El ele tutuşmayı, raflar boyunca uzanan Uçan Daire Haberleri’ni karıştırmayı, Forty-eighth Street’e gidip asla parasının yetişmeyeceği gitarlara bakmayı severdik; CBGB’de çaldığı üç setin ardından Staten Island vapuruna binip, East Eleventh Street’teki odasına çıkan altı kat merdiveni tırmanmaya bayılırdık. Bir minderin üstüne uzanıp tavanı seyretmeye, yağmurun sesini dinlerken bambaşka şeyler duymaya da.

Tom kimseye benzemezdi. Çocuksu bir yeteneğe sahipti, bir damla suyu şiire dönüştürürdü ve oradan bir şarkı peyda olurdu. Son günlerinde, yakın arkadaşlarının fedakar sevgisini tattı. Çocukları olmadığından, kızım Jesse ile oğlum Jackson’ın sevgisine kucak açtı. 

Son saatlerinde, onu uykusunda seyrederken, zaman içinde geriye doğru yolculuk ettim. Odasındaydık, o saçlarımı kesiyordu. Kimi kısımlar yamuk yumuk kalınca, “Kuşkafa” dedi bana. İlerleyen yıllarda da, sadece “Kuş”. Yaşlanınca da “Kuş” kaldı adım. Ve o, hiç büyümeyen oğlan, Omega’ya vardı şimdi, titreyen mor ışığın içinde parlayan bir altın telek.

Patti Smith

New Yorker Magazine

30 Ocak, 2023

Çeviren: İlksen Mavituna

Geçtiğimiz günler boyunca Açık Radyo yayınında Tom Verlaine anısına yer alan Televison ve Verlaine parçaları ise işte bu listede!